İslamiyette
Ashab-ı Kehf

  

İslamiyette Ashab-ı Kehf

 

Müslümanların Ashab-ı Kehf Kıssası’nın geçtiği bölgeyi, 7. yüzyılda Arap bölgesine yakın olan Efsus'ta (Afşin) konumlandırdıkları bilinmektedir. Ashab-ı Kehf (Ashab al Kahf ya da Eshab-ı Kehf) Kompleksi, Kahramanmaraş'ın Afşin ilçesinin batısında bir tepededir. Burada, 13. yüzyılda Selçuklular tarafından inşa edilmiş üç, Dulkadirli Beyliği zamanında inşa edilmiş iki ve Osmanlı dönemine ait bir yapı olmak üzere toplam altı bina bulunur. Bu binalar, Ashab-ı Kehf mağarasını belirler.

 

Müslümanların Ashab-ı Kehf mağarasının yerini belirleme çabaları, özellikle İslâm'ın ilk dönemlerinde daha yoğundur. Bu çabalar özellikle 9. yüzyıl ve sonrası Arap coğrafî eserlerinde göze çarpar. Mağaranın çoğunlukla Anadolu'da bulunduğu kabul edilse de Ürdün, Cezayir, İspanya, Nahçıvan, Mısır, Suriye, Afganistan, Doğu Türkistan gibi dünyanın farklı coğrafyalarındaki onlarca mağara, Ashab-ı Kehf Mağarası olarak kabul edilir.


Mağaranın neden Anadolu'da kabul edildiğiyle ilgili olarak, özellikle vurgulanması gereken nokta, sınır alanlarındaki buna benzer kült alanlarının sembolik bir rol oynamasıyla ilgili olarak düşünülebilir. Anadolu, 11. yüzyılda Türklerin bu bölgeye gelişine kadar, Araplarla Bizans arasında geniş bir sınır bölgesidir. Öyle ki, Anadolu, Araplar tarafından neredeyse her yıl düzenli olarak savaşmak için ziyaret edilen geniş bir sınır alanıdır. Bu alan, Arapların sürekli olarak gelip gittiği ve/fakat Bizans'ın her seferinde tekrar egemen olduğu çok geniş bir sınırdır.

Arap kaynaklarında mağaranın yeri net olmamakla birlikte, tarih içinde mağaranın yerini tespit etme çalışmalarının en azından bir kısmı günümüze özellikle yazılı belgelerde kalmıştır. Bunlardan bir tanesi, Bizans ile Arap dünyaları arasında akışkan bir sınır olan Anadolu'ya gönderilen Muhammed bin Musa al Müneccim'dir. Abbasi halifesi El-Vasık (842-847) tarafından Anadolu'ya gönderilen Müneccim'in, ünlü matematikçi ve astronom Ebu Cafer Muhammed b. Musa al Harezmi (ölümü 847 sonrasında) olması olasıdır. Burada bir astronomun mağarayı aramak için gönderilmesi, Kur'an'da mağaranın güneşe göre konumunu belirten ayetle ilgisi olması dolayısıyladır.

Kaynaklarda, Ashab-ı Kehf Mağarası’nın yerini araştıran ve görüşlerine başvurulan bir başka kişi de Ali b. Yahya'dır. Bu zat da bir askeri sefer sonrasında Anadolu'da bir mağarayı ziyaret etmiştir. Halife Ebu Bekir zamanında (632-634) bir elçinin Constantinople (İstanbul) ziyareti sırasında Ubade b. El-Şamit de bir mağarayı ziyaret eder. Bizans'a giden elçilerin İstanbul yolunda mağarayı ziyaret ettikleri hem al-Mukaddesi, hem de Yakut tarafından aktarılmaktadır.

Burada, Arap bilim adamlarının bu efsaneyle ilgili mağarayı neden çevrelerindeki başka coğrafyalarda değil de, Anadolu'da aradıklarıyla ilgili olarak, Anadolu'nun o dönemde tarihi ve politik öneme sahip önemli bir sınır bölgesi olmasını ve sınır oluşuyla, Araplar için ilginç, gizemli, yabancı bir coğrafya olduğu ile açıklanabilir.

 

Ashab-ı Kehf olayından haberdar olan Ortaçağ Müslümanlarının, bilindiği kadarıyla o dönemde bu kıssanın vuku bulduğu yerlerden birisi olarak kabul edilen Efes Antik Kenti’ne uğradığıyla ilgili bir kayıt yoktur. Bunun temel nedeni, Anadolu'daki Arap varlığının o dönemde Efes'e kadar ulaşamamış olması olarak görülebilir. O dönemde Arap varlığı, Efes Antik Kenti’nin bulunduğu batı Anadolu'dan çok Orta Anadolu Platosu ve Doğu Kilikya kıyılarında yoğunlaşmaktaydı. Nitekim, Arap Müslümanlar, Ashab-ı Kehf Kıssası’nın geçtiği bölgeyi, 7. yüzyılda Arap bölgesine yakın olan Efsus'a (Afşin) konumlandırmışlardır.


İbn Hurdazbih (ö. 885) ve El-Mesudi eserlerinde, Ashab-ı Kehf ile ilgili olarak Antik Efsus Kenti’nden haberdar olduklarını belirtmişlerdir. El-Mesudi, Kitab El-Tenbih Ve'l-İsraf adlı eserinde, Efes Antik Kenti’nin bugünkü Selçuk yakınlarında olduğunu yazmıştır. Ancak iki yazar da, bu konuda bilgi sahibi olmalarına rağmen, Ashab-ı Kehf’i Antik Efes Kenti çevresinde araştırmamıştır. İbn Hurdazbih, Efes'ten haberdar olmasına rağmen, Ashab-ı Kehf Mağarası’nı Nikiya (Nicea, Bursa-İznik) ile Ammuriya (Amorium, Afyon-Emirdağ) arasına yerleştirir.

 

Bugünkü Bursa-İznik (Nicea) ve Afyon-Emirdağ (Amorium) mağaranın yeriyle ilgili olarak pek çok yerde anılır. Bu durumda, mağaranın iki şehir arasındaki bölgede olması, ya da iki şehrin mağaraya giden yol üzerinde bulunması söz konusu olabilir. Bu iki şehrin ortak özelliği, Anadolu platosunu İstanbul'a bağlayan güzergâh üzerinde olmalarıdır. Bu güzergâhın Arap diplomatlar tarafından çokça kullanıldığı da aşikârdır. En büyük ve güçlü Bizans eyaleti olan Anatolikon'un başkenti olan Amorium, 7. ve 9. yüzyıllarda Anadolu'daki en önemli kentlerin başında gelmektedir.

 

Dolayısıyla, Amorium Araplar tarafından yıkılana kadar pek çok kez kuşatılmıştır. Kuzey Suriye'den İstanbul'a giden bu rota, Araplar tarafından çok kere geçilmiştir. Tipik olarak Tarsus'taki Arap askeri üssünden başlayan seferlerde Amorium, Constantinople'a olan yakınlığıyla önemli bir aşamayı oluşturmaktadır. Dolayısıyla, mağaranın Amorium ve Nicea ile bağlantılandırılması, sabit olmayan bir sınır bölgesi olarak Anadolu'nun bu alanının hedef bölgesi haline getirilmesini sağlamış olabilir.

 

Ibn Hurdazbih, mağarayı ziyaret eden kişi olarak Muhammed b. Musa'yı gösterir. Bu kişi El-Kurra'da Bizans İmparatoru'nun bir elçisiyle birlikte yaptığı dört günlük bir seyahatte mağarayı ziyaret etmiştir. El-Kurra, Niğde'nin 30km. kadar batı-kuzeybatısındadır. Mağarada insan vücutlarının hala korunmuş olarak bulundukları da anlatılır. Ibn Hurdazbih, Pozantı yolu üzerinde içinde korunmuş insan vücutları bulunan bir başka mağaradan daha bahseder. Ancak, Huta El-Rakim adlı bu mağaranın doğrudan Ashab-ı Kehf ile ilişkilendirilmesi söz konusu değildir.

 

El-Mukaddesi, mağaranın Tarsus'ta olduğunu söyler. Tarsus'taki mağaranın üzerine bir mescit de inşa edilmiştir. Ashab-ı Kehf Mağarası’nın Tarsus'la ilişkilendirilmesi, belki de, Arapça'daki Tarsus isminin Efsus (Afşin) isimleriyle ilişkilendirilmesinden kaynaklanıyor olması pek muhtemeldir.

 

El-Mesudi, İbn Hurdazbih'in de sözünü ettiği El-Huta Mağarası’nı Ashab-ı Kehf Mağarası olarak işaret etmektedir. Ancak bu sefer mağaranın yeri belirsizdir ancak bu mağara, muhtemelen Bursa-İznik ve Afyon-Emirdağ arasındadır.

 

Arap kaynaklarında anlatılan mağaraların yer haricindeki bilgilerinde bir ortaklık söz konusudur. Mağaralara bir tepenin kenarı ya da tabanından girilir. Bu mağaraların hepsinde uzun bir tünel bulunur. Tünelin sonunda bir açıklık ya da çöküntü bulunur. Burada su vardır. Bunun çevresinde taşın oyulmasıyla oluşturulmuş odalar ya da mağara mekanları bulunur. Ziyaretçinin son durağı, sütunlar ve bir kapının arkasındaki mağaradır.

 

Kaynaklarda bahsi geçen mağaraların en önemli unsurlardan bir tanesi de mağarada insan cesetlerinin bulunmasıdır. Mağarada, orayı ziyaret eden Müslüman’ı yemek vererek zehirlemeye çalışan bir bekçi de bulunur ve onun amacı, mağaranın yaygınlaşmasına engel olmaktır. Ali b. Yahya'nın hikayesinde, bu bekçinin yerine yine yemek önererek ziyaretçiyi zehirlemeye çalışan yerel halktan kişiler bulunur.

 

El-Mukaddesi, mağarada bulunan cesetleri tanımlar. Mağaradaki cesetler, 13 tanedir ve sırtüstü yatmaktadırlar, üzerlerinde birer cübbe bulunur ve bu cübbeler yün, kürk gibi ve toz renginde bir malzemedendir. Cesetlerin yüzleri birer kumaşla kaplıdır. İçlerinden bazıların ayak yarısına gelen botları, bazılarının sandaletleri, bazılarının ayakkabıları vardır. Bunların hepsi yeni görünümlüdür. El-Mukaddesi, cesetlerden birinin yüzünü açtığını, yüzünün yeni ölmüş gibi canlı göründüğünü belirtmektedir. Bunlardan bir tanesinin boynu vurulmuştur. İçlerinde gri saçlı olanlar hariç, hepsi gençtir. Her yıl yortu gününde, yerel halk bunların tozunu alıp temizler ve ayağa dikermiş. Bunların tırnakları yılda üç kez kesilirmiş.


Bu mağaradaki cesetlerin yeni ölmüş gibi canlı durması, ölümden sonra yeniden dirilmeyle ilgili bir mesaj vermektedir. Bu anlatımlarda Araplar için önemli olan üç nokta dikkat çeker: Yeniden diriliş, mağara ve sabit olmayan bir sınır olan Anadolu'daki rotalar... Anlatılan mağaraların dış dünyadan kopuk olması, mucizenin etkisini büyütmektedir. Anadolu'da içinde ölülere ait kalıntılar bulunan mağaralar, Ortaçağ'da Ashab-ı Kehf ile ilgili olarak yorumlanmaktadır. Mağaraların yerlerinin net olarak anlatılmamasının temelinde, gerektiğinde alternatif kült alanları oluşturulmasını mümkün hale getirmek yatıyor olabilir.